Acaba halk arasında Yörük, Türkmen, Avşar gibi kavramların birbirinden ayrılan yönleri var mıdır diye düşündüm. Bir adam, eğer Doğuda ya da Anadolu’nun iç bölgesinde yaşıyorsa ona Türkmen deniyor; aynı adam, Ege bölgesine ya da Rumeli’ye doğru yürümüşse ona da “Yörük” deniyor. Yani adamın değiştiği yok ama isim değişiyor. Kayseri’de Avşarlar, “Türkmenler bizim emmi oğlumuz” derler. Çünkü Kayseri’de Avşarlar sayıca çoktur ve boy adlarını
unutmamışlardır. Halbuki Avşar bir boy adıdır, Türkmen ise Oğuz’un karşılığı, yani bütün Oğuz boylarının tamamına verilen bir isimdir. Öyleyse Avşarlar da Türkmendir ve Avşar Türkmeni demek daha doğrudur.
Bir de son güzlerde asıllarını söylemekten çekinen ve kem küm eden adamlarla karşılaştım. “Biz Pınarbaşı tarafından gelmişiz ama emin olun, ben oraları hiç bilmem, oralarda yaşamadım, ben doğma büyüme şehirliyim” vs. diyorlar. Bu sözler ekonomik durumunu düzeltmiş insanlarda daha fazla gözüküyor. Bunda sıkılacak ne var anlamadım. Adamcağız göğsünü gere gere Türkmen’im diyemediğine göre, başka asaletler arıyor kendisine demek ki... Bu memlekette Yörük, Türkmen, Avşar, Kızık, Kayı olmak asaletlerin en şereflisi değil midir?
Bu ülkede Türk olmak, bu ülkeyi fetheden fatihlerden olmak değil midir? Kayseri’nin yerlisi olduğunu söyleyen bir başka muhterem zat da kendisini Türkmenlikten sıyırmaya uğraşıyor. Ne garip... 240 metrekarelik evde oturmak ya da lüks arabalara binmek Türkmenlikten çıkmayı gerektirmez. Kayseri, Moğol istilasından sonra yerle bir edildi ve şehirde sadece vahşi köpekler kaldı. Şehri Türkler yeniden kurdular. Kadı Burhanettin, Ömeroğlu Cüneyt, Türkmen beyleriydi ve Kadı Burhanettin, Salur boyundan geliyordu. Aleaddin Ali, Uygurların beyi idi. Yani Kayseri’nin mahallelerini Uygurlar ve Türkmenler kurdular. Şehrin Türk halkı bunlardan müteşekkildir. Kayseri’nin eski zamanlarına baktığımızda, mesela M.1500’de mahallerin tamamında Türkmen nüfusun bulunduğu anlaşılıyor. Örnek olması açısından ifade edeyim, bu tarihte Karataş Yörükleri İncesu tarafından gelip Hasünlü Mahallesini, Ramazanlılar Develi tarafından gelip Dündar Mahallesini, Kabaklılar ve Sarı keçililer gelmişler Hüseyinli Mahallesini, Şerefliler Zamantı’dan gelip bir kısmı İslamlu’ya (Himmetdede, Yemliha bölgesi) bir kısmı da şehre gelip Şeref Mahallesini, Eymür boyundan gelen Hacı Bayramlılar, Bayram Hacı Mahallesini, Avşar boyuna mensup Selmanlılar ve Hacı İvazlılar, Selmanlı ve Hacıivaz Mahallelerini kurmuşlar. Kayı boyundan gelen Kara keçililer kendi adlarıyla Kara Keçili mahallesini kurdular. Kızık boyundan gelenler de Bozatlı Mahallesini kurdular. Hülasa, 505 sene önce Kayseri’de gayrimüslim nüfusun karşısında nüfusun yüzde doksanı Türktü. O zamanki Türkler de kendilerinin oymak adlarını mahallelere verdiler ve bu isimler bize yadigar kaldı.
16. yüzyılda Karacaoğlan, Kayseri’ye de yer verdiği şirinde bakın ne diyor:
Ali dağı, Erciyes’in eteği
Sümbüller yatağı, güller biteği
Yüce tepelerin Avşar yatağı
Burcu burcu kokar gülün Erciyes
Yani daha 18. yüzyıldaki büyük Avşar göçü gerçekleşmeden önce, 16. yüzyılda Kayseri’de önemli ölçüde Avşar nüfusu vardı. Lakin 18. yüzyılda Anadolu’da Türkmen ya da Avşar olmak hiç de kolay bir şey değildi. Devlet, Türkmen aşiretleriyle öyle bir gerginlik çıkarmıştı ki zaman zaman çatışma ortamı doğmaktaydı. Bir taraftan Osmanlı ordusuna asker veren insanlar, yeri geliyor kendi çocukları ile savaşmak zorunda bırakılıyordu. Göç, sürgün, salgın hastalık, bitip tükenmeyen huzursuzluklar ve zaman zaman da ortaya çıkan, katliam derecesine varan kıyımlar...
1785'te Dadaloğlu böylesine bir gerginlik içinde göçebeliği sürdüren bir Avşar (Türkmen) çocuğu olarak dünyaya geldi. Seksen üç yıl süren uzun hayatı boyunca Osmanlıların başından altı padişah gelip geçti : I. Abdülhamit (1774-1789), III. Selim (1789-1807), IV. Mustafa (1807-1808), II. Mahmut (1808-1839), I. Abdülmecit (1839-1861), Abdülaziz (1861-1876).
Osmanlı Devleti'nin Kanuni Sultan Süleyman'dan sonra girdiği gerileme dönemini reformlarla durdurmaya uğraşan, iç çözülmeleri önlemek, güçsüzleşen merkezi yönetime karşı başına buyruk yerel yönetimlerin oluşmasını engellemek için çaba gösteren bütün bu padişahlar, göçebe aşiretlerin belirli bölgelere yerleştirilmelerini, devlete vergi, orduya asker vermek için sayımdan geçirilmelerini sağlamaya çalıştılar.
Dadaloğlu, Osmanlılardan gelen baskılara yıllarca direnerek göçebeliğini sürdüren, sırasında yayladan yaylaya kaçan, sırasında üstüne gönderilen devlet güçleriyle savaşan Avşar boyuyla birlikte çok çetin bir ömür sürdü. Son yıllarının "Ferman padişahın dağlar bizimdir" diye seslenmesine sebep olan büyük acısını ise Abdülaziz'in 1865'te kurup geniş yetkilerle donatarak, göçerlik sorununu kökünden çözmek üzere, Derviş Paşa komutasında bölgeye gönderdiği "Fırka-i Islahiye" karşısında tattı. Kitaplar hep Dadaloğlu’nun bir aşiret şairi olduğunu söylerler. Dadaloğlu, bir aşiretin değil, bütün Türk Milletinin şairidir. Onun şiirinde Avşar boyunun aklı karalı nice günleri, maceraları anlatılır ama şiirleri dikkatlice incelendiğinde Dadaloğlu’nun birçok Türkmen beyi ve oymağı hakkında da bilgi verdiği görülür. Mesela, Cerit Türkmenlerinin beyi Memici Ağa’ya sesleniyor ve diyor ki:
Bire Memicioğlu'm unutma bunu
Lorşun benim derdin hanıya
Hunu Unuttun mu kuzum geçen günleri
Yalman kalpak geyer idi beyleri
Bu şiiri okuyunca devlet tarafından sürgüne gönderilen Avşarların yurdu Binboğa’ya Cerit Türkmenlerinin yerleşmesinin Dadaloğlu’nu kızdırdığını görüyoruz. Bir başka şiirinde Kozanoğlu Beylerinden Küçük Ali Oğlu Halit Bey’i methediyor:
Âşık DADAL, varsın ünün söylensin
Haleb'in paşası sofrasını dürsün
Beylan'ın beyleri pekmezin satsın
Tuğlar sana lâyık Küçük Ali Oğlu
Bu övgünün sebebi de Kozanoğullarından Küçük Ali Oğlu’nun üzerlerine gönderilen kuvvetleri mağlup ederek, bölgede hükümdarlığını Osmanlı’ya karşı ilan etmesidir.
Bu örneklerde olduğu gibi daha birçok Türkmen ve Avşar beyleri onun şiirine konu olur. Elbeyli Beyi Osman Paşa, Reyhanlı Aşireti beyi Mürseloğlu Haydar, Avşar beyi Mirza Oğlu, Türkmenoğlu Kara Ahmet, Kozanoğlu Yusuf Ağa, Çapanoğlu, Mühazimoğullarından Tırnaksız Ahmet Paşa gibi daha birçok Türkmen beyinin macerasını Dadaloğlu’nun şiirinde takip etmek mümkün gözüküyor.
Dadaloğlu gibi büyük şairleri sadece “aşiret şairi” deyip geçiştiremeyiz. O, “Ferman padişahın dağlar bizimdir” diyecek kadar yiğit, “severim kır atı, bir de güzeli” diyecek kadar ince ruhlu ve Gönülden gönüle yol gider derler Onu sürmeye bir hoşça can gerek, diyecek kadar “bilge” bir kişiliğe sahiptir.
O, bu topraklara meftun olmuş bir gelenek şairidir.
Bereket var toprağında taşında
Kırık kırık eser yelin Binboğa
Seyfilerin döner yanı başında
Faraz avcı ister yerin Binboğa
Dadaloğlum der ki, sen seni tanı
Adam arap ata vermez mi yemi?
Sana derim sana dağlar sultanı
Sana eş olur mu, Belit, Binboğa
Derken “dağlar sultanı” dediği Binboğa’ya duyduğu sevginin göstergesi olan bu mısralarda onun yaşadığı çevre şiirine konu olur.
Dadaloğlu, yaşadığı zamana tanıklık etmiştir. Onun anlattığı tarihi vakalar, tarihçilerin kendi bakış açılarıyla ele almaları gereken birçok hadisenin tahliline de kolaylık sağlamaktadır. Aşağıdan iskan evi geliyor
Bezirganlar koç yiğide gülüyor
Kitabın dediği günler oluyor
Yoksa devir döndü ahır zaman mı?
Aşağıda akça çığın ötünce
Katar başı mayaların sökünce
Şahtan ferman Türkmen ili göçünce
Daha da hey Osmanlıya aman mı?
Dadaloğlu, yaşadığı çevre olan Çukurova, Uzun Yayla, Aziziye ve Orta Anadolu’nun büyük bir şairi olmaktan öte bir yere gelmektedir. Onun halisane ve tertemiz Türkçesi, Dadaloğlu’nun Yunus Emre ile başlayıp Pir Sultan’la, Karacaoğlan’la devam eden geleneğin bir halkası olduğunu göstermektedir. “Ferman padişahın dağlar bizimdir” sözü gibi bazı sözlerinin artık halk dilinde deyim ve atasözü durumuna getirilmesi ise onun Nasreddin Hoca gibi halk lisanını etkilediğini göstermesi bakımından önemlidir.
Büyük Atatürk’ün bir sözü var ki benim hayatımda yeri çok büyüktür. “Türk demek, Türkçe demektir” diyor. Kişilerin ve toplulukların adı ne olursa olsun Türkçeye ve Türk Milletine hizmet etmiş her insan başımızın her zaman tacı olmuştur. Dadaloğlu da Türkçeye büyük hizmetlerde bulunmuş bir ozan olarak Türk Milletinin hayatında asla unutulmayacak ve her zaman hak ettiği yerini alacaktır.
*Bu yazım 2005 Eylül ayında Dadaloğlu dergisinde yayınlanmıştır.
Yazı ve fotoğraflar Burhanettin AKBAŞ
Yorumlar